VEDANIN VEBASI
Hangi kelimeden söze başlayacağını ve hangi nefesten yaşama devam edeceğini bazen bilemez insan; hayata nereden başlayacağını bilemediği gibi. Dönüp dolaşır, hem kendini kaybeder hem de kendine dair bir şeyleri. İzsiz bir yaşam sürmeye başlar... Duyduklarının artık hiçbir anlam ifade etmediğini fark eder. Şaşırır, kalır ve zaman geçmeye devam eder. Sen de yaşadın mı bu hissi, Füreya? Dönüşüm diye adlandırılıp basite indirgenmeye çalışılsa da, bu bambaşka bir mevzudur. Ayırt etmek, en güç hâle gelen eylem olur. Hayat, dönemsel olarak çoktan seçmeli bir ders gibi oluverir. Bazen oldurmaya çalıştıkça daha da bozulur. Denge denilen sistemi bir türlü oturtamaz. Bu vebaya tek bir çare düşünür: Veda.
Veda denilecek ne çok şey varmış oysa; belirsizlik ve “belki” adlı coğrafyalarda. İnsan tek başına bir coğrafyadır aslında; yaşadıklarıyla, hissettikleriyle, düşündükleriyle ve daha birçok yönüyle... İşte oralarda, yenilendiğini sandıkça gizlice sızıp gelirmiş peşinden birçok şey. Sonunda anlaşılır ki yenmek, her zaman yenilenmek olmuyor. Kalan takatinle yardım edeyim desen, pencereden gelen bir ses “Oluru imkânsız, oldurması lüzumsuz,” der ve perdeyi indiriverir. İnsan kalakalır. Çelişkilerle dolar giderek, insan denen coğrafya...
Birçok şeyi geride bırakmak ister. Tüm olanları unutmak ve uçmak. Uçarken, gökyüzünün en güzel yerlerinde hiç beklenmedik bir yerinden vuruluverir. Kimisi attı taşını, kimisi attı çakıllarını, kimisi ise attı tüm çamurlarını... Sonra insan küser uçmaya. “Ne yaparsam yapayım olmayacak,” düşüncesi tüm ruhunu ele geçirir. O zamandan beridir birçoğumuz, düştüğü yerden kalkamaz olduk. Şimdi biz mi suçluyuz? Akışa bırakmaya çalıştığımız yola bariyer koyanların hiç mi suçu yok? Ruhun böyle değişken bir hâl almasının müsebbiplerinin, endişe yüklü bir vagon hâline gelmemizin hiç mi cezası yok? Olan bazen sadece insana olur. İnsan, tüm bu çelişkilerin ortasında kendini iyileştirmeye; en azından gülmek için çaba gösterirken, bir olay, bir kelime, bir ateş bu çabayı bir anda yerle bir eder. Olmamış gibi davranıp hayatına gamsızca devam eden insanlar, sanırım büyük bir lükse sahiptir. En azından yaşamları güçleşmez... İnsan bu tür olayları absorbe etmek ister, Füreya. Beni anlıyor musun?
Kendimize yük etmemek daha elzem gelir. Hayat denilen bu rüya, temaşaya indirgenince güzel görünür. Son olarak: İyiye yormak, bazı şeylerden daha fazla kazandırır; en başta da kendini. Çünkü her seferinde bir kötülüğe takılıp düşmekten, doğru düzgün ayağa kalkıp etrafa bakamadık. Hani derler ya, “Başı hep kalabalık.” Ha işte, başımız hep kalabalık garip olaylarla ve kötü duygularla. Ve yaşam kadar kısıtlı değildir bu olaylar ve insanlar... Bazen, yenilenmemenin bu tür olaylar için olmasını çok isterdim. Mutlu diye adlandırılan insanların safında olmayı isterdim. İnsanın, kendi evinin bir huzur olmasını isterdim. Çok mu şey istedim? Sancılar devam etti, o saf hiç bizi arasına katmadı ve ev zifiri bir karanlığa büründü. İşin en acıtıcı yanı ise bunları bile bile yaşamaya devam etmek ve hâlâ o eve girip çıkmaya mecbur hissetmek... Artık “dur” demeye takatimiz bile kalmadı oysa. Yaşıyoruz ama nasıl? Hangi sancıyla, hangi acıyla? Gerçekten var olmak bu mu? Yoksa sadece bir kopya mıyız? İnsan düşündükçe çıkamıyor bu sorulardan ve o çelişkili hâl devam ediyor. Çünkü bazen yapacak bir şey kalmıyor. Sonra soruyorum kendime: Kaldığım acı, durduğum yere yakın mı? Ya da farklı bir söylemle; gittiğim mutluluk gökyüzünde durdu mu? Bu sorunun cevabının “evet” olması bile insanı daha çok üzüyor. Ama işte bu ikilemle başlar bazı yolculuklar, biliyorum. Sadece kalan son gücümle denemek istiyorum...
“Ruha takınca hayatı, zihne tıkınca gökyüzünü kaçırıyor insan. Aksi durumda ise daha şeffaf bir yol oluyor.” Yıllar önce yazmıştım bunu. Şimdi daha da fazla anlam kazanıyor gözümde. Şimdilerde ise bir şeyleri bir yerlere takmak yerine, serbest bırakmanın daha da iyi geldiğini görüyorum. En azından yaşamayı bir nebze olsun kolaylaştırıyor. İstemsizce bile olsa, içinde bulunduğun onca hengâme ruhunu zedeliyor. Ve gri bir coğrafyada zedelenmiş bir ruhla yaşamak, denizin içinde soluksuz kalan bir balık gibi hissettiriyor. Çırpınıyor, mücadele ediyor; sadece bir nefeslik kalmak için... İşte böyle bir farkındalık ve böyle bir yaşam serüveni, insanı giderek daha da yoruyor. Bir pencere kenarına oturup sadece kahvesini keyifle yudumlamak istiyor. Gösteriş budalası olmak için değil; sadece kendi içinde, kendiyle barışık olmak için. Biraz da sağ cebinden çıkarıp tebessümü bulmak için... Susma, konuşsana Füreya! Bir şeyler söylesene. Yanlış mıyım, haksız mıyım, yoksa hatalı mı? İçtiğimiz kahvenin zifiriliği gibi bir hayat yaşamıyor muyuz? 80 yaşında hâlâ çalışmak zorunda kalan, köşe başındaki kulübesinde oturan kunduracı İsmet Amca gibi yorgun hissetmiyor muyuz? Öfkem ve tantanam, sadece insan kalabilmek için, Füreya. Onca şeye rağmen kendimi kaybetmemek için. Sen de burada yaşıyorsun. Her gün sokağa çıkıyorsun. Çehreleri, hatta sezgisel bir insan olarak ruhları da görmüyor musun? Görüyorsun... İçten içe sen de hüzünle kaplanıyorsun. Ne yapayım yani? Necla Abla gibi, balkonuna serçe konduğu için mi sevineyim? Ben sokağa çıktığımda gülen çocukları görmek istiyorum, Füreya. Sessizce çığlık atan insanları değil. Ya da tedirginlikle yürüyen ablaları değil. Artık evlerine huzurla giren insanlar görmek istiyorum. Serçe gelir konar da, insan artık kendi evine bile konamıyor, Füreya...
Füreya, senin hiç hislerinle boğuştuğun oldu mu? Sana sevdiklerini söyleyip, bir hareketinle seni örseleyen; ellerinden gelse seni sınır dışı edecek bir çevren oldu mu? Olmadı mı? Benim oldu. Gel, şu köşede bir kahve içip anlatayım sana. Böyle insanlar seni gerçekten sevmemiştir, değil mi? Doğru söyledin. Ama insan, ertesi günün ne olacağını, ne duyacağını bilemiyor ki, Füreya. Değişim derken, inan, beklentim bu değildi. Bu dönemin bu kadar çekememezlik, kin, nefret ve hasetle dolu olduğunu bilmiyordum. Bir an, kendi ütopyamda yaşıyormuşum gibi düşündüm. Bir karar alırsın; kimisi yanlış olduğunu, kimisi ise yapıcı bir şeyler söyler değil mi? Yani, olması gereken budur doğal olarak. Ben bir karar aldığımda, reddedildim Füreya. Bir anda “yapamazsın” diyenlerle doldu etrafım. Kimileri hiçbir şey demedi, sessizce yok oldu. Onları da es geçmeyeyim şimdi. Her zaman arayanlar, bir anda aramamaya başladı. Böylelikle insanların farklı bir boyutunu da görmüş oldum. Sen öyle olma hiç, Füreya. İnsanlara, aldıkları kararların olumlu ya da olumsuz yanlarını söyle; ama dışlama. Geçici bir dünya üzerinde, bir insanın ruhunda kalıcı izler bırakma. İşte olay tam olarak bu: Hayatınla ilgili radikal bir karar alırsın ve tüm çevren “püff” olur, kaybolur. Belki de hayat, sıfırdan başlaman için böyle bir karar almana ortak olmuştur. Kim bilir... Bildiklerinden ve hissettiklerinden şaşma hiç, Füreya.
Bazen bir şeyleri yanlış anlaşılmamalıyım, doğru betimlemeliyim, çok dikkatli olmalıyım ve ne olursa olsun diye ikna etme çabası insanı yoruyor. İnsan sadece kolayca anlaşılmak istiyor. Söylemeye çalıştığı şeylerin hemen kavranmasını bekliyor. Söylemek istemeyeceği durumların arasında sıkışıp kalmak ve yorulmak istemiyor. Onca yorucu duygunun arasında, bir de bunun yük gibi kalmasını kaldıramıyor. Fakat bu tür durumlarda insan en çok kendine yük oluyor. İnce söylemenin zararlarını misliyle yaşıyor... Var mı hâlâ, yormadan anlayan bir tutam insan? İnsan, en çok destek görmekten ziyade anlaşılmayı bekliyor. Günümüzde bir uğraşı da bu işte: Anlaşılmak. Yormadan konuşabileceği birini bulmak. Kâr amacı gütmeyen kuruluşlar gibi, kâr amacı gütmeyen insanların da var olduğunu görmek istiyor. Konuşmanın ve anlaşılmanın da bir emekleme dönemi olduğunu anlıyor insan zaman geçtikçe. Yaşını değil, yaşamı ve kelimeleri seçmeye başlıyor. İnceliğini, ince bir yol üstünde kırıyor ve kaybediyor. İşte bu da bir acımasızlık örneği, Füreya. Bir insanın aciz kırılışı...
Ve insan: Kelimeleri bir araya gelip cümlenin vagonlarına dizilirken, gelecekte anlam vereceği yola çıkmadan önce ya da zihninden dökülmeden önce tartıya çıkıyorken, hangisi daha ağır basar? Hangisi daha fazla hâl olur? Ve hangisi, belki kendine düşman anlamını verir? Ama o tartı ne kadar yüklenirse yüklensin, metruk kelimeler yerinde duramaz. Anlamlar bir anda fütursuzca hareket eder ve karşılıklı geçmeye alışkın olduğun asıl kendin, kendini bile geçemez bir türlü. Bazen kendi duvarın bile, kendine dair en güçlü cümlenden daha kalındır. Kendine olan bağırışını kendin bile duyamazsın. Desen ya, “Hayır, bu virgülden sonrası hiçbir kelimede buna asla inanmazsın.” İşte şu anda yapman gereken eylem, belki de bir ayna somutluğuna bürünmektir. Her cahil tavrına rağmen yansımasını, üstelemeyi ve zorlamayı bırakarak, olduğun ve sen olduğun gibi bir merciye gitmek. Oysa görülen, edilen, anlam verilen asla yitip gitmez; kâhinin keyifle kestirdiği dildeki “yok” kelimesi gibi... Çünkü fark edilirse değişir, edilmezse zaten yolunu bulmuştur. Değişim varsa şayet, bu ancak farkındalıkla mümkün olur. Birine bir şeyleri göstermek için çırpınmak, bazen yalnızca kendini yıpratmakla sonuçlanır. Oysa o zaman aşımında, kendine bile ısrar etmeden, kimseyi zorlamadan, belki bir arafta bir ışık sızar içine ve o zaman "anlam" kelimesi kaçınılmaz olur. Hayatın bir şeyleri bildiği bilinir. İnsan da bu bildiğinden kaçınır bazen. Riaya atlar, görmeyi kapatır, duymak istemez, doğruluğunu bile bile görmezden gelir. Oysa bazen görmek istememek, fark etmemekten daha ağırdır. Ve insan, en çok da sakındığı, en fazla ziyan ettiği şeyle sınanır. Kendini inkârının peşinde sürüklenirken, farkında olmadan kaybolur. Belki de bazı şeylerin önünü açmanın en uygun yolu, şartları kabullenmektir. Ve “Ne yapabilirim?” diye kendine sormaktır. William Shakespeare'in Kral Lear kitabında çok anlamlı ve ders niteliğinde bir söz geçer: “Bir kurtarıcı arıyoruz; kurtarıcı biziz, kurtuluş ellerimizdeyken.” Her şeyi çözemeyiz ve çözüm sebebi olamayız elbette. Gücümüz kısıtlı; bunu en faydalı şekilde kullanmamız gerekiyor. Kırmadan ve kırılmadan, uygun bir dengeyi artılarıyla eksileriyle düşünüp yaşanabilir bir zemin hazırlamak... Çünkü gün içinde fevri bir ton şeyle karşılaşacağız. Değişik onlarca duyguya “merhaba” diyeceğiz. Bu bazen istemli, bazen istemsiz olacak... Ama olacak. Her gün yeni bir sayfa açıp yazmak gibi. Ne ile doldurursak, aslında biraz da oyuz. Biraz durup olanı kabullenip olacağa bakmak gerek. Çünkü geçen zaman değil, gelecek zamandır aslolan...
İşte Füreya, gelgitli bir coğrafyanın gitgelli, ince bir insanın öyküsü bu. Kimi zaman acıyla dolu, kimi zaman bir tebessüme muhtaç olan... Kritik bir eşiği geçmek için adım atmaktan çekinmeyen fakat bir görsel gördüğünde korkan bir insanın anatomisi... İçinde de kendinizi bulabileceğiniz, belki de farklı bir yönünüzü keşfedebileceğiniz ufak bir anekdot. Kendiniz olun; en çok da kendinize...
Esen kalın.
